İzmir’in serin bir akşamıydı. Rüzgârın çiseleyen yağmurla karışan sesi, evin penceresinden içeri hafifçe süzülüyor, odadaki masa lambasının ışığı kitap sayfalarında titrek gölgeler oluşturuyordu. Defnenin birkaç ay sonra üniversite sınavı vardı ve hedefi belliydi: Tıp Fakültesi.
Ama o akşam kitap başında sadece ezber yapmakla yetinmiyor, konuları anlamaya çalışıyordu — çünkü Defne’nin bir huyu vardı: Bir şeyin nasıl çalıştığını bilmeden içi rahat etmezdi.
Masasının üzerinde kalemler, post-it’ler, biyoloji kitabı ve yarısı içilmiş bir kupa süt vardı. Kitabın sayfasında büyük harflerle şu başlık yazıyordu:
“HbA1c – Glikozillenmiş Hemoglobin”
Defne kaşlarını çatıp mırıldandı:
— HbA1c… Şekerle kaplanmış hemoglobin… Peki bu ne demek oluyor?
Kalemini alıp defterine yazdı:
“Eritrosit + Glukoz = HbA1c (şekerli hemoglobin)”
Ama sonra durdu.
— Tamam da, şeker neden hemoglobine yapışıyor ki? Ve bu olunca neden kötü bir şey oluyor?
Kitabın altında küçük bir paragraf vardı:
“HbA1c, kandaki glukozun hemoglobine bağlanma oranını gösterir. Yüksek olması, uzun süreli yüksek kan şekeri seviyesini yansıtır. Hemoglobin, oksijen taşır. Glukoz ile kaplandığında, oksijen taşıma kapasitesi azalır.”
Defne bu satırları bir kez, sonra bir kez daha okudu.
Bir an için gözlerinin önünde bir sahne canlandı:
Küçük kırmızı toplar — eritrositler — bir nehirde yüzüyor, sırtlarında mavi oksijen balonları taşıyordu. Ama bazıları yapış yapış, sanki üstlerine bal dökülmüş gibiydi. O bal tabakası o kadar yoğundu ki, mavi oksijen balonlarını taşımakta zorlanıyorlardı.
— Şeker… oksijeni engelliyor, diye fısıldadı Defne.
Ve o anda garip bir şey oldu.
Masadaki sayfalar titredi. Kalemi yere düştü. Lambanın ışığı bir anlık parladı, sonra sanki içinden bir kıvılcım çıktı.
Defne geri çekilmek istedi ama başaramadı.
Kupa sütün içinden minik baloncuklar yükseliyor, her biri parladıkça havaya “glukoz kristalleri” saçıyordu.
Bir tanesi Defne’nin burnuna dokundu — ve o anda dünya ters döndü.
Gözlerini açtığında etrafı kırmızı bir parıltı kaplamıştı.
Etrafında her şey akıyordu — ama su değil, daha yoğun bir şeydi bu.
Renkler dalgalanıyor, uzaklarda garip sesler yankılanıyordu:
“Puf puf puf…”
“Taşıyoruz, taşıyoruz! Oksijen dolu balonlar, kaslara teslim edilecek!”
Defne şaşkınlıkla etrafına baktı.
Ayaklarının altı yoktu, ama bir akışın içindeydi.
Bir nehirde süzülüyordu… kırmızı bir nehirde.
Birden yanında bir şey belirdi. Küçük, yuvarlak, parlak kırmızı bir canlı! Sanki bir çizgi film karakteri gibi neşeliydi.
— Merhaba! diye seslendi o canlı.
— Ben Eritra! Bir eritrositim. Yani kırmızı kan hücresi! Sen de kimsin, neden burada yüzüyorsun?
Defne şaşkınlıkla etrafına baktı.
— Ben… Peri Defne’yim. İnsanım. Ama sanırım… yanlışlıkla senin dünyana geldim.
Eritra kahkaha attı.
— İnsan! Hadi canım. İnsanlar buraya ancak mikroskobun içinden bakabilir. Ama sen… gerçek bir boyuttasın! Hem de içimizdesin.
Sonra merakla Defne’ye yaklaştı.
— Yoksa… bir bilim perisi misin?
Defne gülümsedi.
— Öyle denebilir, dedi utangaç bir tavırla. Sanırım biyoloji çalışırken biraz fazla odaklandım.
Eritra başını salladı.
— O zaman hoş geldin, Peri Defne. Şu anda “Damar Nehri”ndesin. Burası, vücudun kan akışının ana caddesi. Biz eritrositler, bu nehri kullanarak oksijen taşıyoruz.
Sonra göğsünü kabarttı.
— Biz olmasak, kaslar, beyin, kalp… hepsi birkaç dakika içinde ölür!
Defne dikkatle baktı. Eritra’nın yüzeyine tutunmuş mavi bir baloncuk vardı.
— O da ne? diye sordu.
— O mu? Oksijen tabii! Akciğerlerden yükleniriz, sonra tüm organlara, dokulara, hücrelere teslim ederiz. Bu bizim işimiz.
Ama… — Eritra bir an durdu.
— Şu son zamanlarda işler pek iyi gitmiyor. Bazı arkadaşlarımın yüzeyi yapış yapış oldu. Şeker bulaşmış onlara.
Defne’nin gözleri büyüdü.
— HbA1c!
— Ne?
— Yani, glukoz hemoglobine yapışınca senin oksijen taşıma gücün azalıyor.
Eritra’nın gözleri yuvarlandı.
— Evet, tam da öyle! Ama bu kadarını bilebilmen… sen gerçekten farklısın.
Defne düşünceli bir şekilde başını salladı.
— Peki neden oluyor bu?
— Şeker yüzünden! — diye araya girdi başka bir ses.
Yan taraftan bir grup küçük, kristal gibi parlayan molekül yaklaşıyordu. Her biri boncuk boncuk, parlak, sanki pamuk şekerden yapılmış gibiydi.
— Biz glukozuz! diye bağırdılar koro halinde.
— Enerjinin kaynağıyız! Hayatın tatlı kısmı biziz!
Defne bir adım geri çekildi.
— Enerji… ama siz fazla olunca ne oluyor?
Glukoz moleküllerinden biri, parıltılı bir gülümsemeyle yaklaştı.
— Fazla olunca? Eh, o zaman biz de biraz fazla eğleniyoruz! Her yere yapışıyoruz. Hücrelerin duvarlarına, hemoglobine, damarların iç yüzeyine…
Birden sesi karardı.
— Bizim için oyun, ama onlar için felaket.
Eritra içini çekti.
— İşte böyle Defne. Eğer vücuttaki glukoz seviyesi uzun süre yüksek kalırsa, biz eritrositlerin yüzeyi şekerle kaplanır. O zaman oksijeni sıkıca tutamayız.
Bir zamanlar pürüzsüzdük, ama şimdi… yapış yapışız.
Defne dikkatle baktı. Eritra’nın yüzeyinde minik kristal noktalar vardı.
Sanki toz şeker serpilmiş gibiydi.
— Bu… HbA1c’nin yüksek olduğu bir durum, değil mi?
— Aynen öyle, dedi Eritra.
— Aslında bu, vücudun şeker geçmişini gösteren bir kayıt. Ne kadar uzun süre şeker yüksek kalırsa, o kadar çok hemoglobin glukozla kaplanır. HbA1c yükselir.
Defne yavaşça düşündü.
— Yani, biri bugün çok şeker yese bile HbA1c hemen yükselmez, çünkü bu değer son üç ayın ortalamasını gösterir.
Eritra gülümsedi.
— Aferin! Demek sen de bizden birisin artık.
O sırada Damar Nehri bir anda titreşti.
Kırmızı akışta dalgalar oluştu.
Uzakta bir gürültü duyuldu: “Şşşlopp… Şşşllooopp…”
Eritra hemen ciddi bir yüz ifadesi takındı.
— Geliyorlar!
Defne endişeyle sordu:
— Kim geliyor?
Eritra fısıldadı:
— Şeker fırtınası…
Bir anda nehrin yukarısından devasa bir dalga gibi beyaz köpükler geldi. Köpüklerin içinde şekil değiştiren yaratıklar vardı: Gofretler, şerbetli tatlılar, gazoz kabarcıkları, patates cipsi yağları…
Her biri bağırıyordu:
— Tatlı enerji geliyor!
— Bizi durduramazsınız!
Defne’nin gözleri büyüdü.
— Bunlar… zararlı karbonhidratlar!
Eritra bağırdı:
— Evet! Onlar sindirim sisteminden buraya yeni geldi. Şimdi kana karışıyorlar.
Tatlı yaratıklar nehrin yüzeyini kapladı. Glukoz molekülleri etrafa saçıldı. Eritrositlerin üzerine yapıştılar, oksijen balonları patladı.
Eritra öksürür gibi oldu.
— Görüyor musun Defne? Şeker fazlası damarları böyle boğuyor. Oksijen balonları elimizden kayıyor. Kaslara yeterince oksijen ulaşamıyor.
— Peki vücut ne yapıyor bu durumda?
Eritra başını eğdi.
— Kalp daha hızlı atmaya başlar, çünkü oksijen azaldığını hisseder. Ama bu sadece geçici bir çözüm. Uzun vadede kalp yorulur. Kaslar laktik asitle dolar, kişi kendini halsiz hisseder…
Bir an durdu.
— Ve bazen… fark etmeden kendi gücünü tüketir.
Defne’nin kalbi sıkıştı.
— Yani şeker sadece tatlı bir tehlike değil, değil mi?
— Aynen öyle, dedi Eritra.
— O bir illüzyon. Vücudu kısa süreli “enerji patlamasıyla” kandırır ama aslında hücreleri yavaş yavaş oksijensiz bırakır.
O sırada nehrin derinliklerinden bir ses yankılandı:
— Hemen Pankreasa haber verin! Glukoz seviyesi yükseliyor!
Bir grup beyaz, parlak asker gibi hücre göründü.
— Biz Beta Hücreleriyiz! diye bağırdılar.
— Hemen insülin gönderin!
Defne onların hızla yukarıya, pankreasa doğru yüzdüğünü gördü.
Eritra açıkladı:
— Onlar pankreasın içindeki hücreler. Bizim gibi kanla dolaşmazlar ama sinyalleri gönderirler. Glukoz yükselince insülin salarlar, o da hücrelerin kapılarını açar. Böylece glukoz hücre içine girer.
Defne heyecanla sordu:
— Peki şimdi glukoz normale dönecek mi?
— Eğer dengeli bir yemek yendiyse, evet. Ama bu kadar tatlı saldırısından sonra…
Eritra’nın sesi kayboldu.
— Sanırım işimiz zor.
Birden etraflarındaki glukoz molekülleri birbirine tutundu, büyük bir “şeker ağı” oluşturdu.
Nehrin akışı yavaşladı.
Oksijen baloncukları dağıldı.
Defne sanki yoğun bir balın içine düşmüş gibiydi.
Küçük bir ses kulağına fısıldadı:
— Peri Defne… Oksijen beni duyamıyor… Yardım et…
Defne döndü.
Mavi renkte, narin bir yaratık ona bakıyordu. Parlak, titreşen, şeffaf… Oksijenin ta kendisiydi.
— Sen… nefesin kaynağısın, değil mi?
— Evet, diye inledi Oksijen.
— Ama artık kaslara ulaşamıyorum. Eritrositlerin yüzeyi çok kalınlaştı. Şeker zırhı bizi tutamıyor, kayıp gidiyoruz…
Defne’nin gözleri doldu.
— Buna bir çare olmalı!
Oksijen zayıfça gülümsedi.
— Belki sen bulursun. İnsanların dünyasında, dengeli beslenmeyi unuttular. Ama belki bir gün biri onları tekrar hatırlatır.
Defne kararlı bir şekilde başını salladı.
— Ben bulacağım. HbA1c’yi düşürmenin, vücudu yeniden dengelemenin bir yolunu bulacağım!
Eritra gülümsedi.
— O zaman seni bir yere götürmeliyim. “Sindirim Ülkesi”ne. Her şey oradan başlıyor. Ne kadar şeker alındığını, hangi gıdaların nasıl dönüştüğünü orada göreceksin.
Defne etrafa baktı. Damar Nehri yavaş yavaş sönüyordu. Uzakta bir ışık halkası belirdi.
Eritra elini uzattı.
— Hazır mısın, Peri Defne?
— Hazırım, dedi Defne.
— Sadece… bir soru daha.
— Nedir?
— Gerçek dünyada insanlar bu kadar zararlı karbonhidratı neden hâlâ bu kadar çok yiyorlar?
Eritra acı bir tebessümle yanıtladı:
— Çünkü onlar, tatlıyla mutlu olduklarını sanıyorlar.
Ama unuttukları bir şey var:
Tatlı mutluluk, çoğu zaman oksijeni sessizce boğan bir illüzyondur.
Defne ışık halkasının içine girdiğinde, etrafındaki kırmızı dünya yavaş yavaş çözülmeye başladı.
Yerini turuncu-sarı bir parlaklık aldı.
Uzaklardan karamel kokusu, çıtır sesler, fırından yeni çıkmış hamur kokuları geliyordu.
Birden gökyüzünden yağmur gibi düşen şeyleri fark etti:
— Gofret parçaları, beyaz ekmek kırıntıları, mısır gevreği tozları…
Eritra fısıldadı:
— Hoş geldin Sindirim Ülkesi’ne…
— Ve sakın unutma: Her yediğin şey, kanının içindekileri ve nefesini değiştirir.
Defne başını kaldırdı.
Uzakta koca bir kapı vardı; üzerinde parlayan harflerle yazıyordu:
“KARBONHİDRAT SARAYI”
Defne derin bir nefes aldı.
— Hazırım, diye fısıldadı.
— Şimdi gerçek öğrenme zamanı.
Ve o anda kapı açıldı.
Peri Defne, ışığın içinden süzülürken etrafında dönen renkli spiral tünelleri gördü. Her bir spiral, şeker kristalleri gibi parlıyordu. “Burası neresi?” diye düşündü kendi kendine.
Bir ses yankılandı:
— Sindirimin başlangıç tüneline hoş geldin, Peri Defne.
Etrafında dönen kristaller aniden biçim değiştirdi; küçük küreler hâline geldi. Üzerlerinde minik yazılar vardı: Sükroz, fruktoz, glikoz, maltoz…
“Bunlar… karbonhidratlar!” dedi Defne heyecanla.
Sanki biyoloji kitabının içindeydi ama sayfalar canlıydı, sindirim sistemi bir laboratuvar gibi çalışıyordu.
Defne kendini dev bir mağaranın içinde buldu. Duvarlardan tükürük damlaları sızıyor, her biri minik cam kabarcıklar gibi patlıyordu. Mağaranın merkezinde bir grup küçük yaratık hummalı şekilde çalışıyordu.
Üzerlerinde “Amilaz Ekibi” yazan minik rozetler taşıyorlardı.
Bir tanesi Defne’ye döndü:
— Biz tükürük amilazlarıyız! Görevimiz, büyük karbonhidrat zincirlerini daha küçük parçalara ayırmak. Başka bir deyişle, nişastayı “tatlı”ya dönüştürmek!
Defne hayranlıkla izledi.
Bir anda mağaranın tabanında devasa zincirler belirdi. Üzerlerinde “Patates Nişastası”, “Ekmek Gluteni”, “Mısır Gevreği” gibi yazılar vardı.
Amilazlar zincirlere saldırdı; her biri “şeker halkalarını” koparıp küçük moleküllere dönüştürüyordu.
Bir amilaz, Defne’ye yaklaşıp elindeki parçayı gösterdi:
— Bu maltaz. Yani iki glikoz birimi. Birkaç saniye sonra mideye gönderileceğiz, orada işler daha karışık olur.
Defne’nin zihninde bir tablo belirdi:
| Zararlı Karbonhidrat Kaynağı | Karakteristik Özellik | Vücutta İlk Etki Alanı | Olası Sonuç |
|---|---|---|---|
| Gazlı içecekler (glukoz-fruktoz şurubu) | Hızla kana karışır | Ağız–ince bağırsak | Ani glikoz yükselmesi |
| Beyaz ekmek | Basit nişasta | Ağız (amilaz etkisi) | Doygunluk hissi azalır |
| Patates cipsi | Kompleks nişasta + yağ | İnce bağırsak | Yağ depolanması artar |
| Mısır gevreği | Rafine şekerle kaplı | Ağız–mide | Sabah insülin fırlaması |
| Kurabiye & kek | Şeker + yağ kombinasyonu | Tüm sindirim | Glikoz ve lipid yüklenmesi |
| Tatlı içecekler | Fruktoz oranı yüksek | Karaciğer | Yağlanma riski |
| Pizza hamuru | Rafine un | Ağız–mide | Glikoz pikleri |
| Karamel & şekerleme | Saf sakkaroz | Ağız | Diş çürüğü başlangıcı |
| Makarna (rafine) | Nişasta | İnce bağırsak | Yavaş ama uzun glikoz artışı |
| Enerji içecekleri | Glukoz + kafein | Kan | Kalp ritm bozukluğu riski |
Defne zihninde oluşturduğu tabloyu düşünürken kendi kendine mırıldandı:
“Yani aslında her şey ağızda başlıyor. Ama çoğu kişi orada ne kadar çok kimyasal reaksiyon olduğunu bilmiyor.”
Bir anda yer sallandı; Defne bir sıvı dalgasıyla mideye sürüklendi. Koyu kırmızı renkte, köpüren bir deniz gibiydi. Asit dalgaları çevresinde kabarcıklar oluşturuyor, sindirilmiş besinler dev bir kazan gibi karışıyordu.
Burada farklı bir ekip çalışıyordu: Gastrik asitler ve pepsin ordusu.
Bir mide asidi, Defne’ye yaklaşıp dedi ki:
— Biz karbonhidratlara doğrudan saldırmayız, kızım. Bizim işimiz proteinlerle. Ama biz ortamı asitleştirerek amilazın işini durdururuz.
— Yani tükürük amilazı burada çalışmayı bırakıyor mu?
— Aynen öyle! O yüzden midede karbonhidrat sindirimi neredeyse durur. Gerçek savaş birazdan, ince bağırsakta başlar.
Defne başını salladı. Mide duvarında asit damlaları, minik lavlar gibi akıyordu.
Bir köşede sindirilemeyen şeker yığınları birikmişti. Üzerlerinde parlak etiketler vardı: Kola, dondurma, waffle, şerbetli tatlı, beyaz pirinç, gofret, hamburger ekmeği…
Defne şaşkınlıkla sordu:
— Neden bunlar burada bekliyor?
Mide asidi gülümsedi:
— Bunlar “hızlı enerji” diye vücuda girer ama aslında sindirim sistemini şaşırtırlar. Fazlası mideyi yorar, pankreası alarm durumuna geçirir. Birkaç dakika sonra hepsi ince bağırsağa gönderilecek, orada emilim başlayacak. Ama şimdiden insülinin haberi var…
Defne bir anda mide çıkışında, kıvrımlı bir tünele sürüklendi. Bu tünel adeta ışıkla kaplıydı; iç duvarlarında villus adı verilen minik “parmakçıklar” parlıyordu.
Her bir villusun içinde kan damarları ağ gibi uzanmıştı — kırmızı ve mavi ipliklerden örülmüş bir ağ.
Bir ses yankılandı:
— İnce bağırsağın mucizevi koridorlarına hoş geldin!
Karşısında pırıl pırıl parlayan bir yaratık belirdi. Üzerinde “Pankreatik Amilaz” yazılı bir cübbe vardı.
— Ben pankreasın elçisiyim. Seninle tanışmak bir onur, Peri Defne. Şimdi asıl iş başlıyor.
Defne dikkatle izledi.
Pankreatik amilazlar, mideden gelen büyük karbonhidratları küçük parçalara ayırıyor, onları “monosakkarit” adı verilen tek şekerlere dönüştürüyordu: glikoz, fruktoz ve galaktoz.
Yaratık elini salladı, duvarda parlak bir diyagram belirdi:
Diyagram: Karbonhidrat Sindiriminin Şematik Akışı
Ağız (Tükürük Amilazı)
↓
Nişasta → Maltoz + Dextrinler
↓
Mide (pH ↓) → Amilaz aktivitesi durur
↓
İnce Bağırsak (Pankreatik Amilaz + Disakkaridazlar)
↓
Maltoz → Glikoz + Glikoz
Sükroz → Glikoz + Fruktoz
Laktoz → Glikoz + Galaktoz
↓
Villuslar → Kan dolaşımı (Portal ven)
↓
Karaciğer → Glikoz depolanır veya enerjiye dönüştürülür
Defne büyülenmişti. Her glikoz molekülü, minik altın toplar gibi parlıyor, villus duvarını geçip kılcal damarlara karışıyordu.
Bir glikoz molekülü ona dönüp seslendi:
— Merhaba Peri Defne! Ben bir enerji yolcusuyum. Şimdi kanla birlikte tüm vücuda taşınacağım. Ama dikkat! Eğer biz çok fazla olursak, işler karışır…
Defne, ince bağırsaktan çıkan kılcal damarların birleştiği devasa bir nehirde sürüklenmeye başladı: Portal ven.
Bu nehrin suyu kırmızıydı, ama parlayan şeker kristalleriyle doluydu. Her biri “ben enerji veririm!” diye bağırıyordu.
Bir yandan da pankreas adacıklarından insülin molekülleri nehre salınıyordu; küçük, mavi anahtarlar gibi yüzüyorlardı.
Defne, mavi anahtarlardan birine yaklaştı:
— Sen kimsin?
— Ben insülinim! Hücre kapılarını açar, glikozun içeri girmesini sağlarım. Ama fazla glikoz olursa… işler kontrolden çıkar.
— Neden?
— Çünkü ben sürekli kapı açmak zorunda kalırım, hücreler yorulur, direnç geliştirir. Sonunda glikozlar dışarıda kalır, kanda birikir. İşte o zaman HbA1c yükselir!
Defne, “HbA1c” adını bir kez daha duymuştu. Not defterine yazmak istercesine aklında tuttu.
Nehirdeki glikoz molekülleri birbirine çarparak yarışıyordu. Kimisi kas hücrelerine, kimisi karaciğere, kimisi ise yağa dönüştürülmek üzere depolara gidiyordu.
Ama fazlalık belliydi.
Defne, nehrin başka bir koluna sürüklendi. Burada dev şeker kayaları yüzüyordu.
Üzerlerinde parlak etiketler vardı:
| Zararlı Karbonhidrat Türü | Kaynak Besin | Glikoz Üretim Hızı (GI) | Olası Etki |
|---|---|---|---|
| Sükroz | Şekerleme, çay şekeri | 65 | Diş çürüğü, ani enerji düşüşü |
| Fruktoz | Mısır şurubu, tatlı içecekler | 90 | Karaciğer yağlanması |
| Maltoz | Bira, tahıl gevreği | 105 | Yüksek glikoz tepkisi |
| Glikoz | Gazlı içecek, enerji barı | 100 | HbA1c artışı |
| Laktoz | Tatlı süt ürünleri | 45 | Bazı kişilerde gaz–ishal |
| Dekstroz | Şekerli spor içecekleri | 95 | İnsülin direnci riski |
| Rafine nişasta | Beyaz pirinç, makarna | 70 | Uzun süreli glikoz dalgalanması |
| Bal | Doğal ama fruktoz zengini | 55 | Fazla tüketimde karaciğer yükü |
| Mısır şurubu | Endüstriyel tatlılar | 120 | Lipid metabolizması bozulması |
| Kestane şekeri | Konsantre glikoz | 80 | Hücre içi oksidatif stres |
Defne tabloyu gözleriyle okurken bir yandan şunu düşündü:
“Bu kadar çok çeşit karbonhidrat var, ama vücut hepsini aynı şekilde kullanmıyor. O hâlde sorun, fazla miktar ve sıklık.”
Glikoz nehrinin sonunda Defne dev bir yapı gördü: Işıltılı, altın renkli bir şehir. Kapısında “HEPATOPOLİS” yazıyordu.
Karaciğerin içinde binlerce depo binası vardı. Her biri “glikojen deposu” tabelası taşıyordu.
Bir görevli Defne’ye yaklaştı:
— Hoş geldin genç peri! Biz fazla glikozu depolayıp gerektiğinde enerjiye çeviririz.
— Peki fazla olursa ne olur?
Görevli gülümsedi:
— O zaman sistem dolup taşar. Glikozu yağa dönüştürürüz. Bu da karaciğerin yağlanması anlamına gelir.
Defne karaciğerin derinliklerinde yürürken yağ damlacıkları birikmişti; sarımsı, yapışkan baloncuklar gibiydi.
Görevli üzülerek fısıldadı:
— Çok fazla gazlı içecek, tatlı, beyaz un… işte bu sonuç.
Defne elindeki sihirli kalemle karaciğer duvarına bir diyagram çizdi. Kalem, parlayan biyokimyasal çizgiler oluşturdu:
Yemek (Karbonhidratlar)
↓
Sindirim (Ağız, Mide, İnce Bağırsak)
↓
Glikoz (Kana geçer)
↓
İnsülin (Pankreastan salınır)
↓
Hücre içine giriş → Enerji (ATP)
↓
Fazla glikoz → Glikojen depolanır
↓
Depo dolarsa → Yağa dönüşür
↓
Yağlanma + HbA1c artışı + O2 taşınımı azalması
Diyagramın son satırını yazarken kalemi titredi.
Bir an için kırmızı kan hücrelerinin siluetini gördü; üzerlerine yapışmış şeker molekülleri onları adeta “maskeye” dönüştürüyordu.
Kırmızı hücrelerden biri kısık bir sesle fısıldadı:
— Bizi unutma, Peri Defne. Fazla şeker bizi nefessiz bırakır.
Defne’nin kalbi sıkıştı. Artık anlamıştı: Sindirim sadece enerji üretimiyle ilgili değildi; fazlası tüm sistemi bozan zincirleme bir reaksiyondu.
Işıltılı tünellerin arasında yankılanan bir ses duyuldu:
— Peri Defne, yolculuğun ikinci aşamasına hazır ol! Şimdi kandaki şekerin oksijenle nasıl yarıştığını göreceksin.
— Kim konuşuyor?
— Ben, Hemoglobin. Seni eritrosit krallığına götüreceğim…
Peri Defne, karaciğerin parıltılı tünelinden ayrıldığında etrafında kırmızı bir ışık denizi belirdi.
Dalgalanan bir okyanus gibiydi; her dalga, binlerce küçük kırmızı hücre taşıyordu.
Yaklaştığında gördü ki, bunlar kırmızı kan hücreleriydi — yani eritrositler.
Küçük, diske benzeyen bu hücreler tıpkı kırmızı baloncuklar gibi süzülüyor, içlerinde mavi kıvılcımlar taşıyordu.
Her kıvılcım, bir oksijen molekülü (O₂) idi.
Bir ses yankılandı:
— Hoş geldin, Peri Defne. Ben Hemoglobin.
Defne etrafına baktı, sesi çıkaran, dev bir kristal küreydi. Dört koldan parlak demir atomlarıyla çevriliydi; adeta bir mücevherin içindeki yaşam enerjisi gibiydi.
— Hemoglobin! Yani sen oksijen taşıyorsun, değil mi?
— Evet. Akciğerlerden aldığım oksijeni kaslara, kalbe ve beyne taşırım. Ancak son zamanlarda işler biraz karışık.
Defne kaşlarını çattı.
— Ne demek karışık?
Hemoglobin derin bir nefes aldı — tabii moleküler anlamda.
Hemoglobin etrafındaki kırmızı hücrelere baktı.
Bazılarının yüzeyi pırıl pırıldı, temizdi. Ama bazılarının üzerinde yapışkan kristaller vardı — şeker damlacıkları gibi.
— Şu gördüğün şeyler, glikoz molekülleri, dedi Hemoglobin.
— Onlar neden hücre yüzeyine yapışıyorlar?
— Çünkü kandaki glikoz miktarı çok arttı. Bizim yüzeyimize “non-enzimatik glikozilasyon” denilen bir süreçle bağlanıyorlar.
Defne hafifçe mırıldandı:
— Yani… HbA1c dediğimiz şey bu mu?
— Aynen öyle, genç peri. Benim “A1c” formum, glikozla kaplandığımda ortaya çıkıyor. Bu glikoz bana öyle sıkı tutunuyor ki, 120 gün boyunca yani ömrüm bitene kadar kurtulamıyorum.
Defne dikkatle baktı.
Bir eritrosit parlıyordu; yüzeyinde altın renkli bir şeker zinciri sarmalanmıştı.
Hemoglobin sesiyle açıklamaya devam etti:
🩸 Diyagram: HbA1c Oluşum Süreci
-------------------------------
[Glikoz] + [Hemoglobin]
↓ (Non-enzimatik bağlanma)
[Glikozilhemoglobin] (HbA1c)
↓
Oksijen bağlama kapasitesi ↓
Doku oksijenlenmesi ↓
Yorgunluk, kalp yükü ↑
Defne diyagramı parmaklarıyla havada çizerken, glikoz molekülleri adeta yapışkan kelepçelere dönüşüyor, hemoglobinin etrafını sarıyordu.
Hemoglobin iç çekti:
— Eskiden dört oksijen molekülünü kolayca taşıyabiliyordum. Ama şimdi glikoz bana yapışınca esnekliğim azaldı.
Defne:
— Yani sen artık oksijeni daha zor mu tutuyorsun?
— Evet. Glikoz bana bağlanınca, oksijenin giriş–çıkış kapıları daralıyor. Kas hücreleri nefes almakta zorlanıyor.
Bir anda sahne değişti. Defne, kırmızı nehirden çıkarak kas dokusuna taşındı.
Etrafında dev, kırmızı kas lifleri vardı — ip gibi uzanmış, ritmik şekilde kasılıp gevşiyorlardı.
Her kas lifi, içindeki mitokondrilerle parlıyordu.
Bir kas hücresi, Defne’yi fark etti.
— Sen misin o peri? Duyduk seni, kan akışında bir şeyler değişmiş!
Defne:
— Evet, hemoglobin bana HbA1c’den bahsetti. Siz etkileniyor musunuz?
Kas hücresi homurdandı:
— Etkilenmez olur muyuz? Biz oksijeni yakıt olarak kullanıyoruz. Ama şimdi hemoglobinler şekerle kaplı, oksijen eskisi kadar hızlı gelmiyor.
Defne dikkatle baktı. Kas liflerinin bazı bölümleri solgundu; oksijen eksikliğinden dolayı sanki ışıkları sönmüştü.
Mitokondriler de daha yavaş dönüyordu.
— Bak, dedi kas hücresi, elindeki küçük enerji kristalini göstererek.
— Bu ATP. Oksijen azaldığında biz bu kristali üretemiyoruz.
— Peki o zaman ne yapıyorsunuz?
— Oksijensiz ortama geçiyoruz, yani “anaerobik solunum”a. Ama o zaman laktik asit birikir. İşte o yorgunluk hissi, kas ağrıları hep ondan!
Defne’nin gözleri büyüdü.
Ardından biyoloji bilgeleri zihninde bir tablo oluşturdu:
| Durum | Oksijen Miktarı | Enerji Üretimi (ATP) | Yan Ürün | Hissedilen Etki |
|---|---|---|---|---|
| Normal (Oksijen yeterli) | Yüksek | 36 ATP | CO₂ + Su | Güçlü kas hareketi |
| HbA1c yüksek (Oksijen az) | Düşük | 2 ATP | Laktik asit | Ağrı, kas yanması |
| Uzun süreli yetersizlik | Çok düşük | 1–2 ATP | Asidoz | Kas krampları, çabuk yorulma |
Kas hücresi devam etti:
— Senin dünyanda buna “egzersiz yorgunluğu” derler ama biz burada “şekerin gölgesi” diyoruz. Çünkü şeker, oksijenin yolunu kapatıyor.
Defne, kas dokusundan ilerlerken ritmik sesler duydu.
“DUM–TAK, DUM–TAK.”
Bu ses kalpten geliyordu.
Kalbe girdiğinde devasa bir oda gördü; dört odacıklı, kırmızı ışıkla dolu.
Her kasılma dalga gibi yankılanıyordu.
Kalbin ortasında yaşlı bir figür oturuyordu — kalp kası hücresi, “Kardiyosit.”
— Hoş geldin küçük peri. Damarlarından geçen şekerin öyküsünü duydum.
— Evet, HbA1c’nin yükselmesi seni de etkiliyor mu?
Kardiyosit başını salladı.
— Kalp, dakikada binlerce kez kasılır. Her atımda oksijen isteriz. Ama hemoglobin tıkanınca, oksijen geç gelmeye başlar. Biz de daha çok çalışırız.
Kalbin içinde yankılanan diyagram gibi bir betimleme belirdi:
Oksijen Taşınması ↓
↓
Kalp Kasına Enerji Akışı ↓
↓
Pompa Gücü ↓
↓
Kalp Hızı ↑ (Telafi)
↓
Yorgunluk, çarpıntı, hipertansiyon riski ↑
Defne kalp duvarlarına dokunduğunda hissediyordu:
Kas hücreleri daha gergin, nabız daha sertti.
Kardiyosit fısıldadı:
— Şeker sadece kanda kalmaz, damar duvarına da zarar verir. Damarlarımızın iç yüzeyi, yani endotel, artık eski kadar pürüzsüz değil. Oksijen akışı zorlaşıyor.
Defne’nin zihninde aniden bir görüntü belirdi: Damar duvarında kristalize olmuş glikozlar, pürüzsüz endotel yüzeyini tırtıklı hâle getirmişti.
Kırmızı kan hücreleri, oradan geçerken takılıyor, çarpışıyor, bazen parçalanıyordu.
Bir anda Defne’nin etrafı mavi bir sisle kaplandı.
Bu sis, beyin dokusunun ince oksijen ağını simgeliyordu.
Nöronlar arasında elektrik kıvılcımları zıplıyor, sinapslar yıldızlar gibi parlıyordu.
Bir nöron Defne’ye seslendi:
— Merhaba Peri. Duyduk ki oksijenimiz azalıyor.
— Evet, HbA1c yüzünden. Siz etkileniyor musunuz?
Nöron acı bir gülümsemeyle:
— Biz oksijene çok bağımlıyız. Oksijen azalınca iletim hızımız düşer, düşünceler bulanıklaşır, dikkat azalır, hafıza zayıflar.
Defne bir sinapsa yaklaştı; oradan geçen sinyaller artık yavaşlamıştı.
— Bu da mı glikoz yüzünden?
— Evet. Glikoz fazla olunca beyinde de “glikasyon” olur. Hücre zarlarımız zarar görür, serbest radikaller çoğalır. Bu da sinir dokusunda “oksidatif stres” oluşturur.
Defne, sinir liflerinin ucunda yanıp sönen kıvılcımları izledi.
Bazıları zayıflamıştı; adeta sönen yıldızlar gibiydi.
Nöron fısıldadı:
— Biz sessizce sönerken, beden unutkanlaşır.
Peri Defne, beyin dokusundan aşağı indiğinde damar sistemine tekrar girdi.
Ama bu kez damarlar farklıydı; duvarları kalınlaşmış, iç yüzeyleri yapışkandı.
Bir endotel hücresi ona seslendi:
— Şeker bizi sertleştiriyor, Peri Defne. Normalde biz pürüzsüzdük, kan kolayca akardı.
Ama şimdi glikoz bize bağlanıyor, proteinler çapraz bağlar oluşturuyor. Buna “glikasyon son ürünleri” diyorlar — AGE (Advanced Glycation End Products).
Defne dikkatle baktı.
Damar duvarlarında ağ gibi oluşan bu AGE’ler, damarları sertleştiriyor, elastikiyetini azaltıyordu.
Endotel devam etti:
— Bu sertlik, tansiyonun yükselmesine neden olur. Kalp daha çok zorlanır, kaslara giden kan azalır.
— Yani bu sadece şeker meselesi değil, oksijenin ulaşamaması sorunu da!
— Kesinlikle.
Defnenin zihninde yeni bir tablo belirdi:
| Glikasyon Son Ürünü (AGE) Etkileri | Etkilediği Bölge | Sonuç |
|---|---|---|
| Protein çapraz bağlanması | Damar duvarı | Sertleşme, hipertansiyon |
| LDL oksidasyonu | Kalp damarları | Ateroskleroz riski |
| Kollajen sertleşmesi | Kas ve cilt | Esneklik kaybı |
| Nöron zar hasarı | Beyin | Bellek zayıflığı |
| Retina kılcal damar hasarı | Göz | Görme bozukluğu |
Defne derin bir nefes aldı.
Artık tablo netti: Yüksek glikoz sadece şeker değildir; oksijenin sessiz düşmanıdır.
Peri Defne elindeki sihirli kalemi çıkararak havaya bir çizim yaptı.
Bu, tüm gördüklerini özetleyen bir biyokimyasal harita gibiydi:
Fazla Karbonhidrat Alımı
↓
Kan Glikozu ↑
↓
Hemoglobine Glikoz Bağlanması → HbA1c ↑
↓
Oksijen Taşınması ↓
↓
Kaslarda Enerji Eksikliği → Yorgunluk
Kalpte Performans Düşüşü → Çarpıntı
Beyinde Oksijen Azalması → Dikkat Dağınıklığı
Damar Duvarında Glikasyon → Sertleşme
↓
Tüm Sistemsel Oksijenlenme Azalır
Çizimi bitirdiğinde kalemi ışık saçtı; etrafta milyonlarca küçük hücre alkışlıyordu.
Bir hücre “Teşekkürler!” diye bağırdı, “Artık insanlar bizim neden yorulduğumuzu anlayacak!”
Defne gülümsedi.
— Anladım artık, dedi.
— Yüksek HbA1c sadece bir laboratuvar sonucu değil, her hücrenin nefesini kısan görünmez bir zincir.
Bir ışık koridoru açıldı; Hemoglobin, kas hücreleri ve nöronlar hep birlikte seslendi:
— Artık dönme vakti, genç peri. İnsanlara bu bilgiyi anlat.
Defne son bir kez etrafına baktı.
Kırmızı nehirler, oksijen baloncukları, çalışkan hücre orduları…
Ama hepsinin üzerinde, parlak bir uyarı yazısı vardı:
“Şeker dengesi, yaşam dengesidir.”
Işık onu yavaşça yukarı taşıdı.
Bir anda kendini odasında buldu. Masasında biyoloji kitabı, önünde kalem defteri duruyordu.
Kitabın açık sayfasında şu cümle parlıyordu:
“HbA1c: Eritrositlerin glikozla birleşmesi sonucu, vücudun ortalama şeker düzeyini gösteren parametre.”
Defne kalemine sarıldı, kitabın altına yazdı:
“Ama aslında bu değer, hücrelerin ne kadar nefes alabildiğini de anlatır.”
Pencereden dışarı baktı; sabah olmuştu.
Yeni bir gün, ama artık başka bir bakışla.
Defne defterinin kapağına şu başlığı yazdı:
“Oksijenin Sessiz Düşmanı – Şekerin Bedendeki Hikayesi.”
Küçük harflerle altına ekledi:
“Enerjinin sihri, dengeyi koruyabilmektir.”
Defne içinden sessizce fısıldadı:
— Teşekkür ederim, Hemoglobin.
Rüzgâr perdeyi hafifçe savurdu.
Sanki bir yerlerden ince bir ses cevap verdi:
— Biz de sana teşekkür ederiz, Peri Defne. Şimdi insanlar nefesin değerini yeniden hatırlayacak.
Peri Defne, damarların kızıl tünellerinde süzülürken çevresini saran kırmızı disk biçimli hücrelerin zarif ama bir o kadar da yorgun hareketleri dikkatini çekti.
Onlar, eritrositlerdi — yani kanın sessiz işçileri. Yüz milyonlarcası bir orkestranın aynı ritmiyle hareket ediyor, oksijeni vücudun en karanlık köşelerine bile ulaştırmaya çalışıyordu.
Fakat bu orkestrada bir aksaklık vardı.
Bazı eritrositlerin yüzeyinde tuhaf, parlak kristaller parıldıyordu; sanki üzerlerine şeker serpilmiş gibiydi. Bu kristaller, kanın içinde ışığı kırıyor, ortamı donuk bir amber rengine bürüyordu.
Peri Defne, şaşkınlıkla yaklaştı.
Bir eritrosit, onun meraklı bakışını fark etti.
— “Merhaba küçük insan,” dedi eritrosit ince bir sesle. “Sen de mi bu yoğun trafikte kayboldun?”
— “Ben… biyoloji çalışıyordum. Glukoz ve hemoglobinle ilgili bir konu vardı, sonra buradayım. Sanırım sizin içindeyim.”
Eritrosit gülümsedi. “Ah, o konuyu tam yerinde öğreniyorsun o hâlde. Şu parlayan kristalleri görüyor musun? Onlar glukoz molekülleri. Bizi kaplıyorlar.”
Peri kaşlarını çattı. “Ama neden? Glukoz vücudun yakıtı değil mi? Siz enerji için oksijen taşıyorsunuz, o da enerji üretiminde kullanılıyor!”
Eritrosit derin bir nefes aldı. “Evet, öyleydi… ama denge bozuldu.”
🩸 Diyagram 1: Glukozun Kanda Yolculuğu (Peri Defne’nin gözünden)
Ağız → Mide → İnce Bağırsak → Portal Ven → Karaciğer → Kan Dolaşımı
↓
Hücre zarına ulaşır
↓
(İnsülin → Glukoz kapısı açılır)
Peri Defnegözlerini kısarak eritrositin yüzeyini inceledi. Küçük, altıgen yapılar—glukoz molekülleri—eritrositin yüzeyine yapışmıştı.
Eritrosit anlatmaya devam etti:
— “Bizim yüzeyimizde hemoglobin adlı özel bir protein var. Bu protein oksijeni tutar ve kaslara taşır. Ama glukoz fazlalaştığında, o moleküller hemoglobine yapışıyor. Biz buna glikasyon diyoruz. Artık oksijeni tutmakta zorlanıyoruz.”
Peri Defne’nin zihninde bir lamba yandı. “Bu… HbA1c mi?”
Eritrosit başını salladı. “Evet. Bizim üzerimizdeki şeker oranı arttıkça, doktorlar HbA1c değerinin yükseldiğini söylüyor. Bu, vücudun uzun süredir fazla glukozla boğuştuğunun işareti.”
Peri Defne, eritrositin içine süzüldü. Devasa bir uzay gemisine girmiş gibiydi. İçeride, dört koldan oluşan mor renkte dev moleküller yavaşça dönüyordu. Bunlar hemoglobin zincirleriydi.
Her biri ortasında küçük, parlayan bir demir atomu taşıyordu – tıpkı yıldız çekirdeği gibi.
Bir hemoglobin zinciri konuşmaya başladı:
“Biz dört kardeşiz; her birimiz bir oksijen molekülünü tutarız. Ama son zamanlarda ellerimiz yapış yapış… Glukoz bize sarılıyor, gitmiyor.
Oksijeni tam kavrayamıyoruz, çünkü demir bölgemizi kısmen kapatıyor.”
Peri Defne, molekülün çevresindeki altıgen glukoz halkalarını fark etti. Sanki demir atomunun etrafına örümcek ağı örmüşlerdi.
“Bu yüzden,” dedi hemoglobin hüzünle, “kaslar artık nefes alamıyor.”
Bir anda damar duvarı dalgalandı ve Peri Defne kendini kas dokusuna giden kılcal damarların içinde buldu.
Minik kapılar açılıyor, oksijen taşımakta zorlanan eritrositler sırayla içeri giriyordu.
Kas hücrelerinin içinde hareketli bir dünya vardı:
Mitokondriler — enerji santralleri — ritmik olarak parlıyor, ATP üretmek için oksijen arıyordu.
Ancak bu kez bir telaş vardı.
Bir kas hücresi, ellerinde boş enerji kabarcıklarıyla etrafa sesleniyordu:
“Oksijen gecikti! Glukoz çok ama oksijen az. Bu şekilde enerji üretimi verimsiz oluyor, laktat birikiyor!”
Peri Defne dikkatle dinledi. Kas hücresinin söylediği şey anaerobik solunuma geçişti — yani oksijensiz enerji üretimi.
Bu durumda laktik asit birikir, kaslar yanar, kişi çabuk yorulur.
— “İşte o zaman,” dedi kas hücresi, “bedensel iş yapanlar tükeniyor. Oksijen taşıyıcısı olan eritrositler tıkanınca biz aç kalıyoruz.”
⚠️ Diyagram 2: Yüksek HbA1c – Kaslarda Enerji Çıkmazı
Aşırı Karbonhidrat → Glukoz Fazlalığı → HbA1c Artışı
↓
Eritrositlerin O2 Taşıması Azalır
↓
Kas Hücreleri Oksijensiz Kalır
↓
Anaerobik Solunum → Laktik Asit Birikimi
↓
Kas Yorgunluğu, Kramp, Güçsüzlük
Peri Defne, bu tabloyu gördükçe aklına dış dünyadaki sofralar geldi.
O, biyoloji kitaplarında yalnızca “basit şeker” diye geçen şeylerin aslında ne kadar tehlikeli olabileceğini şimdi kendi gözleriyle görüyordu.
Bir hologram gibi önünde beliren görüntülerde insanlar ellerinde atıştırmalıklarla görünüyordu:
Beyaz ekmek, şekerli gazlı içecekler, çikolata barları, gofretler, dondurma, meyve aromalı yoğurtlar, tatlı gevrekler, bisküviler, mısır gevreği, hazır kekler, şekerli kahveler, enerji içecekleri, patlamış mısır, patates cipsleri, ketçap, beyaz pirinç, makarna, hamur işleri, tatlı simitler, reçeller, marmelatlar, şerbetli tatlılar, gazozlar…
Yirmi farklı zararlı karbonhidrat örneği, Peri Defne’nin gözleri önünde adeta bir karbonhidrat galerisi oluşturdu.
Her biri glukoz yüküyle kanı biraz daha yoğunlaştırıyor, eritrositlerin yüzeyinde biraz daha “şeker tabakası” oluşturuyordu
Kas hücrelerinden ayrılan Peri Defne, kan akımıyla birlikte beyne ulaştı.
Nöronlar arasındaki elektriksel kıvılcımlar şimşek gibi çakıyordu. Ancak bu kıvılcımlar da yorgun görünüyordu.
Bir sinir hücresi ona seslendi:
“Fazla glukoz, bizde de sorun yaratıyor. Glukoz oksitlenirken reaktif oksijen türleri (ROS) açığa çıkıyor.
Bu serbest radikaller, hücre zarımıza ve mitokondrimize zarar veriyor. Bellek zayıflıyor, odak dağınıyor, sinapslar zayıflıyor.”
Peri Defne’nin aklına sınav stresi geldi. “Yani fazla şeker sadece kilo yapmıyor, zihni de köreltiyor…”
— “Evet,” dedi nöron. “Ve uzun vadede bu oksidatif stres sinir ağlarını yaşlandırıyor. Tıpkı eski bir kablonun izolasyonunun çatlaması gibi.”
Kan akışı hızlandı; Peri Defne bu kez kalbin derinliklerine sürüklendi.
Kalp kası hücreleri (kardiyomiyositler) devasa pistonlar gibi atıyordu ama arada bir ritimleri bozuluyordu.
Bir kalp hücresi konuştu:
“Biz sürekli çalışırız. Asla dinlenmeyiz. Ama HbA1c yükseldiğinde, oksijen taşıyan eritrositler yavaşlıyor.
Kalbimiz oksijeni geç alıyor, hücrelerimiz enerji açığına düşüyor. Bu, uzun vadede ritim bozukluklarına ve kalp yetmezliğine zemin hazırlar.”
Peri Defne, hücrelerin nabız gibi atan hareketine bakarken, her atımda içlerinden sızan küçük kıvılcımları gördü.
O kıvılcımlar, ATP üretiminin zayıfladığını gösteriyordu.
Peri Defne tekrar kanın içine döndü. Eritrositlerin çoğu yavaşlamıştı.
Bazıları o kadar glikasyon altındaydı ki, zarları sertleşmiş, kapiller damarlardan geçerken zorlanıyordu.
“Biz eskiden 120 gün yaşardık,” dedi biri. “Ama artık erken parçalanıyoruz. Glukoz bizi kırılgan yaptı.”
Peri Defne’nin gözleri doldu. “Peki bu döngü nasıl kırılabilir?”
Eritrosit hafifçe gülümsedi. “Besinle başlar. Ne yersen, biz onunla yaşarız. Rafine karbonhidratlar, şekerli içecekler bizi zehirler. Ama sebzeler, tam tahıllar, dengeli proteinler bizi güçlendirir.”
🔄 Diyagram 3: Döngünün Kırılması
Fazla Karbonhidrat ↓
Glukoz Fazlalığı ↓
HbA1c Artışı ↓
O2 Taşıma Azalır ↓
Kas ve Kalp Yorgunluğu ↑
----------------------------
Dengeli Beslenme ↓
Glukoz Dengesi ↓
Eritrositler Sağlam Kalır ↓
Oksijen Dağıtımı Normale Döner
Bütün bu sahneleri gördükten sonra Peri Defne, kendi bedeninin her hücresine daha büyük bir saygı duymaya başladı.
Vücudu bir makine değil, milyarlarca bilinçli çalışanın bulunduğu bir şehir gibiydi.
Ve o şehirde düzeni bozan şey, çoğu zaman küçük bir alışkanlıktı: fazla şeker.
Kendi kendine fısıldadı:
“HbA1c sadece bir laboratuvar değeri değil… aslında bedenimin hikâyesiymiş.”
ışık huzmesi Defne’nin gözlerini kamaştırdı. Vücudun içinden bir ses yankılandı:
— “Defne… seni Karaciğer Mahkemesi’ne çağırıyoruz.”
Defne gözlerini açtığında kendini devasa bir sarayda buldu.
Duvarlar kehribar rengindeydi, tavanı altın damarlardan örülmüştü. Bu saray, karaciğer lobülleriydi.
Her lobül, bir altıgen biçiminde düzenlenmişti; ortasında bir “merkez damar”, etrafında küçük hücreler — hepatositler — sıralanmıştı.
Bu hücreler, birbirleriyle fısıldaşarak Defne’yi süzdü.
— “İşte o geldi,” dedi biri. “Yüzeydeki dünyadan gelen kız.”
— “O, dış dünyanın tatlılarını bize getirenlerin temsilcisi…”
Defne yutkundu.
— “Ben sadece anlamaya çalışıyorum,” dedi. “Neden bu kadar öfkelisiniz?”
O anda salona güçlü bir ses yayıldı.
— “Ben Hepatos, karaciğerin yargıcıyım. Bugün burada, glikozun dengesizliği yüzünden bozulan iç düzeni tartışacağız.”
Salonun ortasında parlayan bir molekül belirdi: Glikoz.
Kristalimsi yüzeyiyle masum görünüyordu ama yüzünde utangaç bir ifade vardı.
Hepatos konuşmaya başladı:
— “Glikoz, sen yaşamın yakıtısın. Ama son yıllarda haddini aştın.
İnsanlar seni fazlasıyla içeri gönderiyor — gazozlardan, beyaz ekmeklerden, pastalardan, şekerlemelerden, enerji içeceklerinden…
Ve senin fazlan, bizi hasta ediyor.”
Glikoz itiraz etti:
— “Ben suçlu değilim! Beni onlar çağırıyor. Kahvaltıda reçel, öğle yemeğinde makarna, akşam tatlı… Ben sadece emirlere uydum!”
Defne dayanamayıp araya girdi:
— “Ama fazla olduğunda ne oluyor? Neden bu kadar zarar veriyorsun?”
Hepatos elini kaldırdı; tavandan üç boyutlu bir görüntü indi.
Bu, karaciğerin metabolik haritasıydı.
Görselde, damarlar ve yollar bir şehir ağı gibi görünüyordu:
- “Glikoz Girişi” tabelasıyla ana arter,
- “Glikojen Deposu” adında bir depo binası,
- “Yağ Asidi Fabrikası” adı verilen bir üretim alanı,
- Ve “İnsülin Kapısı” yazan bir kontrol noktası.
Hepatos anlatmaya başladı:
— “Normalde, glikoz fazla geldiğinde biz onu glikojen olarak depolarız. Bu, enerjinin yedek bataryası gibidir. Ama bu depo sınırlıdır.
Depo dolduğunda, fazla glikozu yağ asidine çeviririz — işte bu süreç ‘de novo lipogenez’ olarak bilinir.”
Defne gözlerini büyüttü.
— “Yani tatlıyı fazla yediğimizde karaciğer onu yağa mı çeviriyor?”
— “Evet,” dedi Hepatos. “Ve yağ asitleri hücrelerimizin içine dolup bizi şişiriyor. Biz buna karaciğer yağlanması deriz. Başlangıçta sessizdir, ama zamanla inflamasyon başlar, hücreler ölür, fibrozis gelişir.”
Glikoz başını öne eğdi.
— “Ben istememiştim…”
Hepatos devam etti:
— “Ama sen fazlaydın. Ve insülin kapısında da sorun çıktı.”
Bir başka hologram açıldı.
Defne bir kapı gördü: üzerinde “İNSÜLİN RESEPTÖRÜ” yazıyordu.
Kapının önünde yüzlerce glikoz molekülü birikmişti, içeri girmek istiyordu.
Kapının bekçisi, iri yapılı bir moleküldü: İnsülin.
Ama garipti — ne kadar bağırsa da kapı tam açılmıyordu.
Defne sordu:
— “Neden açılmıyor?”
Hepatos yanıtladı:
— “Bu, insülin direncidir.
Sürekli fazla glikoz geldiğinde, hücreler artık ‘yeter’ der.
İnsülin sinyallerine duyarsızlaşır. Kapı arızalanır.”
Glikoz panikle kapıya vuruyordu:
— “İçeri giremezsem kanda birikir! HbA1c yükselir!”
Hepatos sert bir sesle:
— “Ve işte o zaman sen, enerji olmaktan çıkıp zehire dönüşürsün.”
Defne bu sahneyi bir trafik kazası gibi izledi.
Yollar tıkanıyor, damarlar glikozla doluyor, eritrositler boğuluyordu.
Birer birer farklı hücreler kürsüye çıktı.
Kas Hücresi (Miyosit):
— “Ben enerji için glikoz isterim. Ama artık insülin kapısı kilitli. Enerji üretemiyorum, laktat birikiyor, yorgunum!”
Beyin Hücresi (Nöron):
— “Ben fazlayı kaldıramam. Fazla glikoz serbest radikallere dönüşüyor, sinapslarımı yakıyor. Düşünme hızım azaldı, uykularım bölünüyor.”
Damar Hücresi (Endotel):
— “Benim yüzeyim karamelize oldu! Glikoz beni yapışkan yaptı. Artık pürüzsüz değilim. Üzerime yağlar tutunuyor, damar tıkanıyor.”
Kalp Hücresi (Kardiyosit):
— “Oksijen gelmiyor. HbA1c yüzünden eritrositler tembel. Her atımda daha çok efor, daha az enerji.”
Salon sessizleşti.
Defne’nin içi sızladı.
Bu tablo, vücudun içinden gelen bir çığlık gibiydi.
Tam o anda, Hepatos elini kaldırdı. Tavandan bir ekran indi.
Üzerinde uzayıp giden yiyecek görseli parlıyordu — Glikoz’un “müttefikleri”:
- Beyaz ekmek
- Pilav
- Makarna
- Patates cipsi
- Gazoz
- Meyve suyu (şekerli)
- Kek
- Kurabiye
- Reçel
- Çikolata
- Dondurma
- Şekerleme
- Simit
- Poğaça
- Pizza hamuru
- Hamburger ekmeği
- Tatlı yoğurtlar
- Enerji içecekleri
- Şekerli kahveler
- Karamelli mısır
- …..
- …
Hepatos konuştu:
— “Hepsi seni birer sel gibi getiriyor, Glikoz. Biz bu kadar yükü taşıyamayız.”
Defne hücrelerin etrafında küçük yeşil ışıklar fark etti — bunlar antioksidanlardı: C vitamini, E vitamini, glutatyon…
Ama sayıları azdı.
Bir hücre fısıldadı:
— “Biz ROS’larla (reaktif oksijen türleri) savaşmaya çalışıyoruz ama destek yok. Beslenme dengesiz, antioksidan az, stres yüksek.”
Defne, nöronun sözlerini hatırladı: “Serbest radikaller bizi yakıyor.”
Şimdi bu savaşın tam ortasındaydı.
Her ROS, küçük bir kıvılcım gibiydi; zarları deliyor, proteinleri yakıyordu.
Defne derin bir nefes aldı.
— “Durun!” diye bağırdı. “Ben dış dünyaya döneceğim. İnsanlara bunu anlatacağım.
Her lokmanın, her şekerin burada nelere yol açtığını bilecekler.”
Glikoz ona baktı:
— “Beni suçlamayacaklar mı?”
Defne gülümsedi:
— “Hayır. Seni değil, seni kontrolsüz çağıran alışkanlıkları sorgulayacaklar.”
Hepatos ağır adımlarla kürsüye çıktı.
— “Bu mahkeme, suçluyu değil, dengeyi arıyor.
Glikoz, sen yaşam için gereklisin. Ama fazla geldiğinde yıkıma dönüşüyorsun.
Dengeyi yeniden kurmak senin değil, insanın sorumluluğu.”
Bir ışık huzmesi Defne’yi sardı.
— “Git, dışarıya dön. Ama mesajımızı unutma.”
Bir uğultu duyuldu, bütün hücreler el sallıyordu:
“Unutma, denge bizim sihrimizdir…”
Ve Peri Defne yeniden çalışma masasının başında, biyoloji kitabının açık sayfasına bakarken gözlerini açtı.
Sayfada tek bir cümle altı çiziliydi:
“HbA1c, eritrositlerin glikozla karşılaşmasının tarihçesidir.”
Sabahın ilk ışıkları, Peri Defne’nin odasına usulca süzülüyordu.
Masanın üzerinde açık kalan biyoloji kitabının kenarlarında fosforlu kalem izleri, renkli yapışkan notlar, bir yanda süt kupası, diğer yanda dün gece gördüğü rüyanın notları…
Rüya mıydı gerçekten?
Yoksa bir hücrenin içinde dolaşmış, oksijenle konuşmuş, hemoglobinle tanışmış mıydı?Peri Defne, kendi kendine gülümsedi. “Her neyse,” dedi, “artık o konuyu bambaşka görüyorum.”
O gün okulda Selma öğretmen, öğrencilere yıl sonu biyoloji projesi ödevi vereceğini açıkladı.
Konu başlığı basitti ama sonsuz derinlikteydi:
“Vücudumuzda Enerji Dönüşümü ve Yaşamın Devamı.”
Peri Defne’nin içi birden ısındı. “İşte bu!” dedi. “Ben bunu yaşadım!”
Proje araştırmasına başlarken Peri Defne, önce beyaz tahtasına büyük bir daire çizdi. Ortasına tek bir kelime yazdı:
GLUKOZ
Etrafına oklar çekti. Her okun ucuna farklı kelimeler yazdı:
Karaciğer, Kas, Beyin, Kalp, Pankreas, İnsülin, Mitokondri, Eritrosit…
Bunlar onun dün gece “gördüğü karakterlerdi.”
Sanki her biri bir hikâyenin kahramanıydı.
Peri Defne iç çekti. “Ben aslında bir biyolojik romanın içindeymişim…”
O sırada babası kapıdan kafasını uzattı.
— “Kızım, sabah kahvaltı etmeden yine çalışıyor musun?”
— “Sadece bir şey düşünüyorum baba… Glukozun nasıl yakıt olduğunu.”
— “O yakıt değil mi zaten?”
Peri Defne gülümsedi. “Evet, ama fazla yakıt motoru yakabiliyormuş.”
⚗️ Diyagram 1: Hücresel Enerji Akışı
Karbonhidratlar (glukoz) ↓
Sindirim → Emilim → Kana geçiş ↓
İnsülin → Hücre zarında “kapılar” açar ↓
Glukoz hücre içine girer ↓
Mitokondri → Glikoliz + Krebs Döngüsü + Elektron Taşıma Zinciri ↓
ATP üretimi ↑ (Enerji)
Bir hafta sonra Peri Defne, biyoloji öğretmeni Selma hanıma çalışmasını anlattı.
Laboratuvarın cam tezgâhlarında mikroskoplar diziliydi, duvarda insan metabolizması posteri asılıydı.
Selma öğretmen gülümseyerek dinledi:
— “Demek konun glukoz ve enerji dönüşümü… Güzel seçim. Peki HbA1c’nin bu süreçteki rolünü nasıl anlatacaksın?”
Peri Defne hemen defterini açtı. “Öğretmenim, ben HbA1c’yi vücudun ‘şeker geçmişi’ olarak düşünüyorum. Glukozun eritrositlerle ne kadar uzun süre temas ettiğini gösteriyor.”
Selma öğretmen başını onaylarcasına salladı.
— “Evet, tıpkı bir takvim gibi. HbA1c değeri ne kadar yüksekse, hücreler o kadar uzun süre şekerle temas etmiş demektir. Bu da oksijen taşımayı zorlaştırır. Peki bu ne sonuç doğurur?”
Peri düşünmeden yanıtladı:
— “Kaslarda yorgunluk, kalpte zorlanma, beyin bulanıklığı… çünkü oksijen az geliyor.”
Selma öğretmen, gözlüğünü düzeltti.
— “Harika. O zaman sana bir soru: Sence neden vücut fazla glukozu tutar?”
Peri biraz durakladı.
— “Belki… insülin kapıları tıkanmıştır?”
Selma öğretmen, sınıf tahtasına elindeki kalemle basit bir şema çizdi:
[Glukoz] → (Kan Damarı)
↓
[Hücre Zarı] ← İnsülin Kapısı
↓
[Mitokondri] → ATP
— “İşte olay bu kadar basit görünüyor ama karmaşık bir denge var,” dedi.
“İnsülin, pankreastan salgılanan bir hormon. Görevi, hücre zarındaki özel reseptörleri aktive edip glukozu içeri almak.
Ama yıllarca fazla karbonhidrat tüketirsek, bu kapılar artık duyarsızlaşır. Buna insülin direnci diyoruz.”
Peri hemen not aldı: ‘Kapılar kilitlenirse, glukoz dışarıda kalır, kan şekeri yükselir.’
Selma öğretmen devam etti:
— “Ve işte o zaman eritrositler glukozla daha uzun süre temas eder. HbA1c yükselir, oksijen taşınamaz. Tıpkı senin gözlemlediğin gibi.”
⚠️ Diyagram 2: İnsülin Direnci Döngüsü
Aşırı Karbonhidrat ↓
Kan Glukozu ↑ ↓
İnsülin Salgısı ↑ ↓
Hücre Duyarsızlığı (Direnç) ↑ ↓
Glukoz Hücreye Giremez ↓
HbA1c Artar ↓
Oksijenlenme Azalır ↓
Kas ve Kalp Yorgunluğu ↑
Peri Defne, araştırmasını derinleştirdikçe fark etti ki, vücudundaki enerji dalgalanmaları sadece uykusuzlukla ilgili değilmiş.
Sabah kahvaltısında yediği şekerli gevreklerden sonra bir süre canlı hissediyor, ama birkaç saat içinde başı dönüyor, odak kaybı yaşıyordu.
Kendi kendine yazdı:
“Şeker anlık bir parıltı, ama hemen ardından gelen karanlık daha uzun sürüyor.”
Bunu sınıf arkadaşlarıyla paylaşmaya karar verdi.
Sunum günü geldiğinde, Peri Defne tahtanın önüne geçti.
Arkasındaki slaytta büyük harflerle yazıyordu:
“Enerji mi, Tuzak mı? Glukozun İki Yüzü.”
Peri Defne konuşmaya başladı:
“Arkadaşlar, vücudumuzda glukoz olmadan yaşam mümkün değil. Beyinimiz her gün yaklaşık 120 gram glukoz tüketiyor.
Ama sorun şu: fazla glukoz, artık yakıt değil, ‘gürültü’ haline geliyor. Tıpkı fazla elektrik voltajının devreyi yakması gibi.”
Slaytta eritrositler, kas hücreleri ve nöronlar arasında geçen diyaloglardan kesitler gösterdi.
Sınıftakiler hem güldü hem şaşırdı.
Peri Defne’nin anlatımı bilimle hayal gücünü birleştiriyordu.
Bir noktada slaytta şu cümle belirdi:
“Eritrositler, oksijen taşımayı unutmaz ama şekere boğulursa nefes alamaz.”
Peri Defne, son kısımda hücresel enerji üretimini detaylandırdı.
Tahtaya üç aşamalı bir süreç yazdı:
- Glikoliz (Sitoplazma): Glukoz → Pirüvat
– Az miktarda ATP üretilir.
– Oksijen gerekmez (anaerobik aşama). - Krebs Döngüsü (Mitokondri): Pirüvat → CO₂ + NADH + FADH₂
– Elektron taşıyıcıları oluşur. - Elektron Taşıma Zinciri: NADH → ATP
– Oksijen burada anahtar rol oynar.
– Oksijen azsa, zincir tıkanır, enerji düşer.
Peri Defne, eliyle tahtadaki döngüyü çizerken öğrenciler büyülenmişti.
“İşte bu yüzden,” dedi, “eritrositlerin glikasyonla kaplanması sadece kan testiyle ilgili değil.
Bu, yaşam enerjisinin yavaşça azalması demek.”
Selma öğretmen, Peri Defne’nin sunumunu izlerken bir ekleme yaptı:
— “Peri Defne, çok güzel anlattın. Şunu da unutmamak gerek: fazla glukoz sadece kanda kalmaz.
Karaciğer onu yağa dönüştürür — trigliseritlere.
Bu, zamanla karaciğer yağlanmasına yol açar.
Yani sadece HbA1c değil, tüm metabolik sistem baskı altındadır.”
Peri Defne defterine not etti:
“Glukoz fazlası → Yağ sentezi → Hücrelerde oksijen azlığı → Yorgunluk.”
Proje ilerledikçe Peri Defne, üç organ arasındaki enerji paylaşımını “bir ülke ekonomisine” benzetti.
- Beyin: “Elektrik santrali.” Glukozu sever, ama fazlası sinir ağlarını yakar.
- Kaslar: “Fabrika.” Glukozu ATP’ye dönüştürür ama oksijen ister.
- Kalp: “Pompa.” Oksijeni taşır, fakat HbA1c yükselirse motoru zorlanır.
Peri Defne slaytta şu tabloyu gösterdi:
| Organ | Ana Yakıt | Glukoz Fazlasında Etki | Uzun Dönem Sonuç |
|---|---|---|---|
| Beyin | Glukoz | Oksidatif stres, bellek zayıflığı | Nörodejenerasyon |
| Kas | Glukoz + Yağ Asitleri | Laktik asit birikimi, yorgunluk | Kas performansı düşer |
| Kalp | Yağ asidi + Glukoz | Oksijenlenme azalır, ritim bozulur | Kalp yetmezliği riski |
Sunumun sonunda Peri Defne derin bir nefes aldı:
“Ben bu konuyu ders kitabında değil, kendi hücrelerimde gördüm.
Vücudumuzda her şey bir dengeyle çalışıyor. Fazla şeker sadece tatlı değildir; aynı zamanda bir ağırlıktır.
HbA1c yükseldiğinde, hücrelerimiz geçmişimizin yükünü taşır.”
Sınıfta uzun bir sessizlik oldu.
Sonra herkes alkışladı.
Selma öğretmen, gururla başını salladı.
— “Peri Defne, sen konunu yaşamışsın. Bu sadece bir proje değil, bir farkındalık manifestosu olmuş.”
🔄 Diyagram 3: Şeker Dengesi Döngüsü
Dengeli Beslenme ↓
İnsülin Duyarlılığı Artar ↓
Glukoz Dengesi Sağlanır ↓
HbA1c Normalleşir ↓
Oksijen Dağılımı İyileşir ↓
Kas, Kalp ve Beyin Enerjisi Yenilenir
“Artık şeker bana sadece tatlı değil, karmaşık bir denklem gibi geliyor.
Bir damla fazla, bir nefes eksik olabilir.
Ama doğru dengeyi kurarsam, içimdeki laboratuvar yeniden ışıldar.”
Dr. Mustafa KEBAT
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Sayın okuyucu,
Yukarıda yer alan hikaye firmalarımız Tetkik OSGB – Tetkik Danışmanlık tarafından sosyal sorumluluğumuz olan çocuklarımızı bilgilendirmek, okumaya, çalışmaya, doğal hayata heveslendirmek ülkemize ve geleceğimize yararlı bireyler olabilmelerine katkı sağlamak maksadı ile yayınlanmıştır.
Dr Mustafa KEBAT
Aşağıdaki linkten yazımızda yer alan konu hakkında sorularınızı ve görüşlerinizi, merak ettiğiniz ve yazılarımıza konu olmasını istediğiniz hususları iletebilirsiniz. Varsa hatalarımızı bildirmeniz daha faydalı olmamıza desteğiniz bizim için çok değerli.
Bilginin paylaştıkça çoğalacağı düşüncesi ve sizlere daha iyi hizmet verme azmi ile her gün daha da iyiye ilerlemede bizlere yorumlarınız ve katkılarınız ile yardımcı olursanız çok seviniriz. https://g.page/r/CTHRtqI0z0gjEAE/review
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Doğal Yaşayın
Doğal Beslenin
Aklınıza Mukayet Olun
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Dr Mustafa KEBAT
Tetkik OSGB İş Sağlığı ve Eğitim Koordinatörü

