İnsan toplulukları, her dönemde, birbirlerini anlamak için masaların etrafında toplanmışlardır. Kimi zaman bir köy meydanında, kimi zaman devlet sarayında, kimi zaman da modern bir şirketin cam duvarlı toplantı odasında. Fakat masa, yalnızca konuşulanları değil, aynı zamanda konuşulamayanları da üzerinde taşır. Masanın çevresine oturan bedenler, kendi seslerinden çok, kendi sessizliklerini de yanlarında getirirler. Bir karar almak için toplanan insanlar, çoğu kez karardan çok, birbirlerinin gölgeleriyle uğraşırlar. İnsanın gölgesi, “karşısındakinde gördüğü ama kendinde kabul etmediği yanıdır” (Carl Gustav Jung). Bu yüzden bir araya gelinen mekân, yalnızca fikirlerin çatıştığı değil, aynı zamanda benliklerin birbirine çarpıp kırıldığı bir sahnedir.
Sorulması gereken belki de şudur: Bu toplantı neden yapılıyor? Ortak bir sonuca ulaşmak mı? Yoksa görünmeyen bir iktidar savaşının sessiz tanıklığını yapmak mı?
Platon, Devlet’te adaletin tanımını ararken, aslında konuşanların adaletle değil, kendi çıkarlarıyla meşgul olduğunu fark ettirir. Herkes hakikati aradığını söyler, fakat çoğu kez hakikat, yalnızca kendi sesinin yankısını duymak isteyenlerin gölgesinde kalır. İşte toplantılar da böyledir: Ortak bir hakikati bulma iddiasıyla başlar, fakat çoğu zaman kişisel onaylanma ihtiyacının arenasına dönüşür.
“Gerçekler yoktur, yalnızca yorumlar vardır” (Nietzsche)
Bir masa etrafında oturan insanların da aynı olayı farklı yorumlamaları bundandır. Kimi için anlaşmazlık, bir felakettir; kimi için ise yeni bir doğumun sancısı. Ama işte, yorumların çatıştığı yerde çoğu zaman hakikatin kendisi kaybolur. İnsanlar, birbirlerini ikna etmek yerine birbirlerini bastırmaya çalıştıklarında, masa bir tartışma zemini olmaktan çıkar, bir tiyatro sahnesine dönüşür. Toplumsal hayatın birçok anı dramatik biçimde sahnelenir; jestler, sessizlikler, vurgular, tümü birer sembol haline gelir.
Bir sorunun cevapsız kalması, çoğu zaman bir cevabın verilmesinden daha çok şey anlatır. iletişimin özü karşılıklı anlaşmaya varma yönelimindedir. Fakat anlaşmaya varma niyeti yoksa, sessizlik bile bir stratejiye dönüşür.
Bir soruya cevap verilmediğinde, aslında söylenmek istenen şudur: “Senin sorunun benim için meşru değil.” İşte tam burada, iletişim bir köprü olmaktan çıkar, bir duvar olur. Ve duvarların yükseldiği yerde, hakikatin sesi yankılanmaz.
İnsan, yalnızca anlamak değil, aynı zamanda onaylanmak da ister. “Ayna Benlik” kuramında belirttiği gibi, biz kendimizi başkalarının gözünde görürüz. Bir insan, kendi sözlerini karşısındakine onaylatmak istediğinde, aslında kendi varlığının sağlamasını yapıyordur. “Ben doğru söyledim mi?” sorusu, yalnızca doğruluğun değil, benliğin de teyididir. Onaylanmayan söz, yarım kalmış bir benlik gibidir. İnsan “ötekinin bakışı” altında kendini bulur . Bir toplantı odasında birbirine bakan gözler, yalnızca fikirleri değil, benlikleri de tartar.
Ama işte, tam da burada, tuhaf bir paradoks ortaya çıkar. İnsan onaylanmak ister, fakat aynı zamanda özgür olmak da ister. Özgürlük, kendi sözünün bağımsızlığında gizlidir; onay arayışı ise bu bağımsızlığı başkasının eline bırakır. Efendi, kölenin onayına ihtiyaç duyar; köle de efendinin tanımasına. Her iki taraf da aslında birbirine bağımlıdır. Bir toplantıda yaşanan gerilimler, çoğu kez bu görünmez bağımlılık ilişkilerinin yansımasıdır.
Sorulabilir: Eğer sonunda herkes aynı noktada buluşuyorsa, o halde bunca tartışma niye? Bu sorunun kendisi, toplantıların absürd doğasını ortaya koyar. İnsan, bir anlam arar, fakat bulduğu şey çoğu zaman boşluktur. Belki de toplantılar, Sisifos’un kayayı tepeye taşıma çabasına benzer. Kayayı çıkarır, sonra yeniden başladığı yere düşer. Bir sonuç elde edilse bile, ertesi gün aynı tartışma yeniden başlayabilir. Bu tekrar, absürdün ta kendisidir. Fakat “Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir.” Belki de insanın asıl gücü, çözümsüzlüğün içinde anlam yaratabilme direncindedir.
Psikolojik düzlemde bakıldığında, güç ve kontrol arzusu belirleyici rol oynar. İnsanın davranışlarını yönlendiren çoğu kez bilinçdışı dürtülerdir. Bir insan toplantıyı terk ettiğinde ya da masada sessiz kaldığında, çoğu kez rasyonel bir hesaplamadan çok, bilinçdışı bir “benlik savunusu” devrededir. Jung’un gölge kavramı burada yeniden karşımıza çıkar: Kendi gölgesini kabullenemeyen insan, onu başkasının üzerine yansıtır. “Sorun sende” demek, çoğu kez “Sorun bende ama görmek istemiyorum”un başka biçimde dile gelmesidir.
Sosyolojik olarak, Weber’in otorite tiplerini hatırlamak gerekir. Karizmatik otorite, geleneksel otorite ve yasal-rasyonel otorite… Modern kurumlar, görünüşte yasal-rasyonel otoriteyle işler. Fakat gerçekte, karizmatik kişiliklerin gölgesi her zaman ağır basar. Bir toplantıda kimin sesi daha gür çıkıyorsa, kimin jestleri daha baskınsa, karar çoğu kez onun yönlendirmesiyle şekillenir. Böylece akılcı tartışma zemini, bir güç gösterisine dönüşür.
Şunu unutmamak gerekir: İnsan topluluklarında çatışma kaçınılmazdır. Aristoteles, insanı siyasal bir hayvan olarak tanımlar. Siyasal olmanın anlamı, sürekli bir müzakere halinde olmaktır. Müzakerenin olduğu yerde ise her zaman uyuşmazlık da olacaktır. Önemli olan uyuşmazlığın varlığı değil, onun nasıl yönetildiğidir. İdeal iletişim, her katılımcının eşit söz hakkına sahip olduğu bir ortam gerektirir. Lakin eşitlik bir idealdir; gerçekte masanın çevresinde eşitsizlikler hep vardır.
Bütün bunların ortasında asıl mesele şudur: İnsan neden bir araya gelir? Birlikte düşünmek için mi, yoksa birbirine karşı kendini doğrulamak için mi? Her söylem aynı zamanda bir iktidar ilişkisidir. İnsan konuşurken yalnızca fikir aktarmakla kalmaz, aynı zamanda bir iktidar alanı da inşa eder. Bir toplantının sonunda sorulan ”Bu toplantı neden yapıldı?” sorusu, aslında iktidarın doğasına yöneltilmiş bir sorudur. Çünkü bir araya gelmek, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda politik bir eylemdir.
Ve belki de en çarpıcı nokta şudur: İnsan, çoğu kez kendi haklılığının onaylanmasını hakikatin kendisiyle karıştırır. Oysa hakikat, bir kişinin değil, ortak bir çabanın ürünüdür. “Hakikat, gizlenmiş olanın açığa çıkmasıdır” Bir masanın etrafında toplanan insanlar, eğer gerçekten hakikati arıyorlarsa, kendi egolarının gölgelerini geri çekmeyi öğrenmelidir. Aksi halde toplantılar, hakikatin değil, gölgelerin dolaştığı boş salonlara dönüşür.
İnsan doğası gereği kırılgandır. Kendi sözünün duyulmadığını hissettiğinde yaralanır; kendi onayının alınmadığını fark ettiğinde savunmaya geçer. Ama belki de büyüklük, bu kırılganlığı kabul edebilmekte yatar.
“insan, aşılması gereken bir varlıktır” (Nietzsche)
Tam da burada anlam kazanır. İnsan, kendi kırılgan benliğini aşarak, başkasını gerçekten dinlemeyi öğrenmedikçe, masa etrafındaki buluşmalar hiçbir zaman gerçek bir diyaloğa dönüşmeyecektir.
Sonunda geriye şu soru kalır: Bir toplantı gerçekten neden yapılır? Belki de bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Belki toplantılar, çözüm bulmak için değil, insanın kendi çelişkilerini görmesi için vardır. Belki de asıl değer, sonunda ulaşılan kararda değil, o karar uğruna verilen mücadelede gizlidir. Çünkü insan, kendi hakikatine yol alırken, çoğu kez başkalarının direncine çarpar. Ve o çarpışmalar olmasa, belki de hiçbirimiz kendi hakikatimizi bulamayız.
Bu yüzden, masanın etrafındaki sessizlikler de, sorular da, onay arayışları da, tümü insan olmanın parçasıdır. Toplantılar, çoğu kez görünüşte sonuçsuz gibi dursa da, aslında insanın kendi içindeki çatışmaları sahnelediği alanlardır. Ve belki de insan, en çok o sahnede, kendi kırılganlığıyla yüzleşerek büyür.
Dr. Mustafa KEBAT
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Doğal Yaşayın
Doğal Beslenin
Aklınıza Mukayet Olun
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Sayın okuyucu,
Aşağıdaki linkten yazımızda yer alan konu hakkında sorularınızı ve görüşlerinizi, merak ettiğiniz ve yazılarımıza konu olmasını istediğiniz hususları iletebilirsiniz.
Bilginin paylaştıkça çoğalacağı düşüncesi ve sizlere daha iyi hizmet verme azmi ile her gün daha da iyiye ilerlemede bizlere yorumlarınız ve katkılarınız ile yardımcı olursanız çok seviniriz. https://g.page/r/CTHRtqI0z0gjEAE/review
⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️⭐️
Dr Mustafa KEBAT
Tetkik OSGB İş Sağlığı ve Eğitim Koordinatörü